Atıf için:
Mazhar Osman [Uzman], “Hekimlerin Rakipleri”, İstanbul Seririyatı, 8. Sene, No:2 (Haziran 1926, Paramedikal Kısım): 311-314.
Maatteessüf bazı arkadaşlarımızda fena bir zihniyet vardır. Hekim hekimi kıskanıyor ve bu kıskançlığını her vesile ile gösteriyor. Bence bundan manasız ve bişuur [şuursuz] bir şey olamaz. Belki Avrupa’da hekimler birbirini kıskanmakta haklı olsun, fakat bizde buna lüzum görmüyorum. Bilakis hekimlerin adedi arttıkça ve keyfiyeti yüksek hekimlerimiz çoğaldıkça kıymetimiz daha artar. Bugün halkımızın onda sekizini hekimlikten korkan, inanmayan, hiç olmazsa lakayt olanlar teşkil eder. Bu belki mübalağaya hamlolunur. Bilakis pek tarafgirane söylenmiş bir miktardır. Hekimliğe en ziyade hürmet edenlerin bile samim-i ruhunda [özünde] bize karşı ufak bir isyan vardır. Hekimliğin terakkisinden, teşhisimizden, tedavimizden emin olamazlar. Fevkalade münevver zannettiğiniz ailelerde bile hastanızın sizden gizli bir mütetabbibe [şarlatana] veya bir hocaya tedavi ettirildiğini, muvaffakiyetlerinizin çoğunun o rakibinizin hesabına yazıldığını neden sonra fark edersiniz. Rakibiniz size dokunmamıştır, mesleğinizi baltalamıştır o cehliyle beraber sahayı kazanmış, sizi gülünç mevkie koymuştur. Rakibiniz hekim olsaydı yine mesleğinizi yükseltecekti, orada değilse bile başı sıkılan diğer bir yerde yine mazhar-ı rağbet olacaktınız. Halbuki bizim asıl rakiplerimiz bizi kökünden baltalamakta, sanatımıza henüz yeni uyanan itimadı kökünden sarsmaktadır. Bu defa yapamayan siz değil hekimliktir. Bir hekimin muvaffakiyeti diğerlerini de şereflendirir, hekimliğe itimadı arttırır. Bir meslektaşın muvaffakiyetinden kıskançlık duymak manasızdır. Hele memleketimizde fenn-i tıbbın harikalarını halka tanıtmalıyız, kadrini herkese anlatmalıyız ki bu meslek bizi madden iyice beslesin, manen yükseltsin…

Senelerden beri hekimlik edenler dikkat ederlerse İstanbul’un bütün hekimlerini seven ve ziyaretlerini eksik etmeyen ailelerin pek mahdut olduğunu hayretle fark ederler. Hekimliğe itikadı olan bu aileler başı sıkıldıkça hekimlerimizi birer birer ziyaret eder, halbuki diğerlerinin hekim arayışı pek nadir ve belki elim bir ıztırar sevkiyledir. Nüfusumuza nazaran pek az olan gayrimüslim unsurların hekimleri eczaneleri bizimkilerden kat [be] kat rağbet görmektedir. Hepsinin ev hekimleri, eczane hesab-ı carileri vardır. Değil hastalandıkça, içtimai her sebebi bahane ederek hekimlerle müşavereye koşarlar. Evlenecekleri, her mevsim tebdil-i havaya gidecekleri, deniz banyosuna veya kaplıcaya ihtiyaçlarını, kiralık ev intihap edecekleri, çocuklarına yedirecekleri şeyleri öğrenecekleri zaman hekimi ziyareti ihmal etmezler.
Halbuki halkımızın mühim bir kısmının hekimliğe rağbet ve itimadı kat’iyen yoktur. Hekimler ne bilir sözünü en cahilinden en yüksek seviyede olanlara kadar hepsinin ağzından duyarsınız. Hekim olarak şahsımızın tenkit edildiğini gıyaben olsun duyduğumuz nadirdir. Bu cihetten nezakete müteşekkiriz. Fakat yüzümüze karşı hekimliğin aczinden istihfaf [küçümseme] ile bahsedenlere her gün tesadüf etmekteyiz. Her şubede halkın tıbba karşı lakaydisi ve istihzası vardır. Zannetmem ki hiçbir şube bu hususta müstesna tutulsun, iftiraya uğramasın. Hele aklî ve asabî tababet en bedbahtıdır. Onun mütehassısları: kocakarılardır, büyücülerdir, falcılardır, şarlatanlardır. Hekimler arasında bile bu şubeyi zerre kadar tanımadığı halde ihtisasını iddia edenler, uzvî ise iyot, vazifevî ise bromla tedavi edilir diye ukalalık edenler pek çoktur.
Muayenehanemize gelen hastalardan her gün işittiğimiz sözlerde iyi bir kalem epey eğlentili facialar, epey acıklı komediler bulur. Gün geçmez ki işitmeyelim; doktor bu cinnet mi sinir mi? Cinnetse karışmış dimağdır, siz bir şey yapamazsınız, gence kıymayınız, doğrusunu söyleyiniz ki okutmaya gidelim, sinirse lütfediniz der. Frengiden ileri gelmiş felc-i umumi-i müterakkileri [paralizi jeneral] nazardır, uğramadır diye tekke tekke dolaştırdıkları çoktur. Erken bunamaya uğrayanların yıldızına baktıranlar, hangi perinin aşkına hangi burcun hışmına tesadüf ettiklerini öğrenerek çaresine koşanlar maatteessüf ekser-i halkı[mı]zdır. Felç-i vechiye [yüz felci] uğramış bin hastanın en aşağı dokuz yüzü cin çarptığı için iptida hocalara koşmuş, bir kere de nasılsa bize uğramıştır. Nüzul-i isabet edenlerin müdavatında en yüksek ailelerde selam-ı kavlendir, hekim işi değil diye istiskal [aşağılama] görürüz. Hele sara, uğrama, müteradif teşhisi ile cincilerin, üfürükçülerin malıdır. [H]isteri buhranları, baş ağrıları, falcıları bile hekimin ilmî telkininden ziyade hocaların telkinkâr nefesinden istimdat eder [yardım ister]. Geriye öteberi nevrozlar kalır, onları da mütehassıslardan ziyade diğer şube hekimleri benimser. Midesinden, bağırsağından, kalbinden, boğazında, kulağında, gözünden asabî şikâyetleri olanlar sinir hekimine değil başka mütehassıslara giderler. Hele asabî ıstırapların rahimle münasebeti vardır, bu sebepten hastalığın ismi ihtinak-ı rahimdir [histeri] diye bazı jinekologlar da tıp kisvesi altında üfürükçülük ederler.
Diğer şubeler de öyle: pis trahomlar, çirkin konjonktivit lekeleri hep nazardandır. Gözü çapaklı, göz kapakları ve kirpikleri bozulmuş sümüklü, sıska çocuklarımızın omuzundan nazar boncuğu düşmez. Bir gün tramvayda tesadüf ettiğim çirkin yüzlü, ebleh suratlı, kirpiksiz gözlü bir adam yanında gene gözlerine kan geldiğinden şikâyet ederken içini çeke çeke sebep olarak isabet-i ayn [göz değmesi, nazar] demesin mi? Güleyim mi, kızayım mı diye mütereddit kalmıştım. Bir müddet sonra mahuda [ismi geçen kişiye] bir otomobil çarpmış, hafif bir nevroz travmatik arazıyla Şişli’ye getirilmişti. Bu defaki hastalığınız isabet-i ayn değil isabet-i otomobil galiba dedim. Hastalığı belki otomobilin çarpmasına atfediyordu, fakat otomobil çarpması da isabet-i ayndanmış!… Büyük tanınmış ailelerden birinde çocuğa sık sık havale nöbeti geliyordu. Çağrıldığımızda bir mutad-ı nefes eden bir hoca bulmuştum. Hekim olduğumu anlayan hoca vakıa beyefendiyi rahatsız etmişsiniz, bu ümmüssübyan [çocukları kaçırdığına inanılan cin] işidir diye yüzüme karşı ailenin huzurunda bir şeye yaramayacağımı anlatıyordu. Okuyup üflemekle dili tutulan veya açılan, sıkıntısı artan veya eksilen ne kadar melankolikler vardır. Şimdiki bankalardan birinin kapıcısı harb-ı umumi esnasında bir melankoli nöbetine yakalanmıştı. Sıkıntısı için müracaat ettiği Arap hocanın bir nefes ile iyileşmediğini, hatta arttığını görünce ertesi gün hocaya böyle fenalık yapmamasını, maksadı para çekmek ise hepsini bir defada ödeyeceğini, iyi bir nefes etmesini söyler. Hoca halinden korkarak benim iyi ve fena nefesim yok, deli misin nesin diye kalkmak ister. Hocanın bu kayıtsızlığından müteessir olan sıkıntılı hasta hemen bıçağını çekip [v]urmuştu. Hoca ölmemişti, fakat yarasının ıstırabıyla epey zaman üfürükçülüğe tövbe etmişti.
Cerrahinin marifetleri meydanda olduğu için ona saldıranlar azdır, mamafih yok değildir. Sünnetçiler, ocaktan kalmalar hala cerrahlık ve operatörlük etmekte, ağaca bağlayarak bağırta bağırta mesaneden taş çıkarmaktalar. Halen İstanbul’da kırık ve çıkık vakalarında iyi operatörler ile şahnazar karşılıklı müşavere eder. Fakat ekseriya kırık çıkıkmış, operatör işi değilmiş diye aileler operatöre tenezzül etmeksizin kırıkçıya koşarlar.
Sarılık kesenler, dalakçılar, gelincikçiler, köstebekçiler, daülhanazir otu ile adenitleri tedavi edenler, yaralara örümcek ve tütün yapıştıranlar, iltihapları sakızla iyileştirenler, söğüt dalıyla romatizmalıları dağlayanlar, kadınların alât-ı tenasiliyesine [üreme organlarına] fitil ve çıkın diye münasebetsiz ve pis birçok şeyler doldurarak kısırları gebe bırakanlar, çocuk düşürenler, erkekliği zayıf olanlara macun verenler, siğilleri okuyanlar, kelleri iyi edenler, çocuk doğduğu vakit başına muntazam şekil vermekte ihtisas edenler, frengiye tütsü yapanlar, nazara kurşun dökenler, bel soğukluğunu bir hap ile iyi edenler… Köylerimize varıncaya kadar yayılmış hadde-i sabit hekim rakipleridir.
Bunların daha cüretkârları şehirlere gelmekte, kabine açarak hekimlik etmekte ve ciddi hekimlerle rekabet etmektedir. Mesela ulum-ı mestüre [gizli ilimler] mütehassısları diye bir müddetten beri Beyoğlu’nda hekim kabinelerinden güzel dairelerde yerleşen şarlatanların spiritizma, fakirizm namı altında ne putlar kırdıklarını görüyoruz.
On iki senedir türeyen mütetabbib-i sıhhiyeyi senelerce meşgul etmiş, hala muzırratını izale çaresi bulunmamıştır. Geçen gün hükümet tabiplerinden muhterem bir meslektaş açtığı kabineleri mühürleyerek kapattıkları halde içindeki eşyayı ve kontratoyu mühimsemeksizin beş yerde ardı arkası sıra kabine açtığını söylüyordu. Ne zaman kabine açsa Beyoğlu halkı koşuyor, arabalar kapının önünde bekliyormuş, vizitesi en iyi doktorlardan hiç olmazsa bir misli fazlaymış. Geçen gün kendisine tesadüfümde kıpkırmızı alkolik ve idyo [idiot] yüzüne baktım, rakı kokusu burnumu kırıyordu, galiba yine çok içiyorsun dedim. Eskiden beri kalbinde taşıdığı İslam muhabbetini artık izhar ile Muhammed Ali tesmiye olunduğunu [isimlendirildiğini] söylüyordu. İslam kadrosunda alkolik, şarlatan bir dejenereye nasıl yer bulunduğuna şaştım. Bu adamın ismi Ahlatyan’dır (daha doğrusu buna benzer bir şey)… Merzifon’da doğmuş kırk beş yaşına kadar başka yer görmemiş, Ermenice iptidai tahsili bile yok, bir gün Muhammed Hamis’e bir telgraf çekiyor, veremin ve seretanın [kanserin] ilacını keşfettiğini bildiriyor, aldıran olmuyor. Samsun’a geliyor, İstanbul’u yine telgrafla taciz ediyor nihayet İstanbul’u teşrifle Beyoğlu’nda bir kabine açıyor. Rivayetine göre müşterisi pek çokmuş, muhteşem apartmanı, müteaddit uşakları, güzel bir metresi ve şahane bir arabası varmış. Beyoğlu hekimleri kıskanarak hükümete şikâyet ediyor. Sıhhiyemiz iptida aldırmıyor, fakat cihanşümul şöhreti oranın da nazar-ı dikkatini celp eyliyor. Sıhhiye kapatmaya kalkıyor, bu imtihan edilmesini ve diploma verilmesini istiyor. Sıhhiye müdürü Esad [Işık] Paşa hocamızla heyet-i teftişiye reisi Tevfik Rüştü [Aras] Bey kardeşimiz iptidai tahsili görmeyen bu üstad-ı tıbbın imtihanını yapsa yapsa Mazhar Osman yapar diye Haseki Müşahedehanesi’ne gönderiyor. Ben çoktan beri şöhretini duyduğum bu üstadın müşahedesini almaya başladım. Çam gibi iri yarı boyuyla, kalın sarkık dudaklarıyla, alkolden şiş burnuyla, anadan doğma mahmur gözleriyle karşımda duran bu heykel-i belâhatın [kalınkafalılık heykelinin] muvaffakiyetini düşündükçe o zaman hayatın birçok sırlarını anlamaya başladım. Zavallı dangalak ilk suallerimden huylandı, siz beni adeta bir hasta gibi isticvap ediyorsunuz. Ben de sizin gibi bir doktorum. Simanızdan asalet akıyor, bana bu hakareti etmeyiniz dedi. Nazik ve leyyin [yumuşak] bir ifade ile kendisini tatmin ettim. İmtihan başladı: karaciğerin, dalağın yerini bilmiyordu, teşrihe ait bir kasap malumatı bile yoktu, bir ay kasap çıraklığı etseydi daha çok şey öğrenirdi. Fisiyolojiye başladık: Dalak neye yarar? Kan yapar; Karaciğer ne yapar? Kara kan yapar; Safrayı kim yapar? Öd kesesi yapar; Mundar iliğin [omuriliğin] vazifesi nedir? Sümük yapar. Emraza geçtik: Tifonun arazı nedir? Nabza bakarsak dörde bir kuvvetli [v]urur; Zatürrenin? Onda bir kuvvetli [v]urur. Siz cinnet de tedavi ediyormuşsunuz? Evet muvaffakiyetim pek çoktur. Hükümet hizmetindeki İngiliz miralayını sizler iyi olmaz demişsiniz, ben iyi ettim. O frengiden mütevellittir. Ara sıra iyilik gösterir bilahare ölür. Bu adam yeniden çıldırmıştır, yine iyi ederim. – Deliliğin kaç türlüsü vardır? Kimi güler, kimi ağlar, kimi kendini ihtiyarken genç bilir, kimi gençken ihtiyar sanar- Daha başka… bir türlüsünü unuttun. Merzifon Fakültesi’nden hekim çıktığını iddia eder? – Teessüf ederim, ben deli miyim işte muhaveremiz!…
Zavallı bey mahdut fikirli, apdalca, cahil ve alkolik olduğunu yazdım. Fakat buna kendini tedavi ettiren akıllılara ve alimlere ne demek lazımdı. Ahlatyan şüpheli Ermenilerle beraber harpte Anadolu’ya gönderildi, mütarekede tekrar geldi, birçok diplomalı hekimlerimizin sigara parasını kazanamadığı şehrimizde beş kabine açıyor, hastalar koşuyor, kazanıyor ve yaşıyor.